Şirk ve tehlikeli sözler
Laik eğitim anlayışında keskin çizgilerle birbirinden ayrılan dinî-dünyevî eğitim, din odaklı bakışta geçersizdir. Öte yandan, çocuğun hayat boyu sürecek karakterinin kimi psikologlara göre ilk dört yaş, kimilerine göre ise ilk yedi yaşta şekillendiği hususu çok önemli bir tespittir. Hal böyle olunca, psikologlar tarafından “ahlâkî gelişmesi” şeklinde nitelenen inanç ve ahlâk kuralları çocuğa doğru biçimde verilmelidir. Çünkü bu kurallar iç kontrol gücü denilen vicdanın gelişmesini de beraberinde getirir. İç kontrol gücünün gelişimi demek, çocuğun kendi kendisini yönetme yeteneği demektir. Aile ve çevre faktörünün oluşturduğu dış kontrol gücü, iç kontrolün gelişmesine paralel olarak etkisini azaltır. Başka bir rivayette “yitiği ilan etmek” hakkı da vardır. Buna göre, bulunan yitik malın kalabalık yerlerde ve herkesin duyabileceği şekilde tarifinin yapılması ve sahibi bulunamazsa ilgili kurumlara verilmesi gerekir. Kim bir insanı yaşatır, affetmek veya öldürülmesine mani olmak, ya da onu ölümden kurtarmak suretiyle hayatını devam ettirmesine sebeb olursa, sanki bütün insanları yaşatmış gibi olur. Bunun içindir ki, İslâm dini insan hayatına çok büyük bir değer verir ve bu yönde bütün çarelere başvurur. Yapılan bir işe, söylenen bir söze, gösterilen bir davranışa eksi veya artı bir değer katan, kişinin içindeki niyetidir. “Müminin niyeti amelinden / yaptığı işten daha hayırlıdır.” (Mecmau’z-Zevaid, 1/61) manasına gelen hadiste vurgulanan husus, gerçekten dikkate değerdir.
Bunun için dinin siyasetle anılan seviyede bir ilişkisinin kurulması doğru olsa bile onun siyasal bir sistem ve ideoloji olarak ya da biçimsel ve kurumsal siyasetle doğrudan ilişkilendirilerek takdimi yanlış olur. Bu sayılanları müslümanlar da dahil insanlığın tarihî tecrübe ve arayışları olarak görmek gerekir. Böyle olunca klasik İslâm siyaset düşüncesini tanıtırken tarihî olguları ve onun insan unsuruyla ilişkili arka planını birlikte ele almak kadar siyaset-din ilişkisini doğru zeminde kurmak da hayatî bir önem taşımaktadır. Gerek Kur’an ve Sünnet’teki hukukî ahkâmda, gerekse fıkıhta hukukun alt dallarına ilişkin düzenlemelerde öngörü ve varsayımlardan ziyade insan gerçeği ve hayatın tabii olguları esaslı yer tutar. Muâmelât bölümünde satım akdi, Kur’an’dan çok az atfı bulunsa da bütün borç ilişkileri için model teşkil edecek şekilde ayrıntılı biçimde işlenir. Diğer akid türlerini konu alan açıklamalar da hukukî hayatın ve borç ilişkilerinin canlı ilgi odaklarıyla ve daha çok problemli yönleriyle literatüre yansıması ve dinin genel hukuk ilkeleri açısından bir değerlendirmeye alınması niteliğindedir.
Aynı devirde gerçekleştirilen radikal Batılılaşma’ya ve hızlı dönüşümlere karşı oluşan İslâmcı tepkiler de etkili olamadı. İslâm medeniyetinin diğer büyük alanı olan İslâm sanatları da düşünce ve ilim gelenekleriyle bağlantısını daima korumuş, bu sebeple her türlü desen ve stilin uygulanması matematik hesap yahut mühendislik teknikleri uyarınca gerçekleştirilmiştir. Ayrıca tevhid ilkesinin varlık ve oluş planındaki bütün açılımları sanatçının tasavvur ve tahayyül dünyasını şekillendirmiş, onun gerçeklik karşısındaki estetik arayışlarını ilâhî güzellik fikrine yönlendirmiştir (Nasr, Islamic Art and Spirituality, s. 37-63). İslâmî terminolojiye göre güzellik ilâhî bir sıfattır ve onun bu dünyada sayısız yansımaları vardır. Soyut oluş, stilizasyon, eşyanın yapısını ve hatta malzemeyi maddî bağlarından koparıp mânevîleştirme, tevhid inancına dayalı İslâm sanatının kendini ifade ediş biçimleridir. Tevhid inancının estetik biçimler üzerindeki etkisini yansıtan soyut nitelik mimari tarz yanında bütün süsleme sanatlarında, hüsn-i hat ve mûsikide hemen göze çarpar. Bu çerçevede tabii biçimler insanı aşkın olana yönlendirecek şekilde stilize edilmiş, İslâm sanatında çok az görülen insan ve hayvan figürlerinde de derinlik ve perspektif bir ölçüt olarak ya ihmal edilmiş ya da hiç benimsenmemiştir. Ayrıca bunlar dinin genel tebliği içerisinde ve bütünü tamamlayan parçalar olarak ele alındığında anlamlı olur. Günümüzde İslâm’ın iktisadî sistem ve doktrinini tanıtım amacıyla neşredilen eserlerin önemli bir kısmının böyle bir zafiyet içerdiği söylenebilir. Çok defa da hukukî açıklamalar belli olaylar (sebeb-i nüzûl) üzerine gelir. Ancak sünnet, hem âyetlerin açıklama ve örneklendirilmesi hem de Hz.
Âdem (a.s.)’i yasaklanmış olan ağaçtan yemeye sevk eden hırsı ve Hz. Âdem (a.s.)’in iki oğlunun birbirleriyle dövüşüp kardeşini öldürmeğe ve kardeşlerinin Hz. Yusuf (a.s.)’u kuyuya atmaya sebep olan hasedi saymaktadır. Bu yüzden hased, nefsin kınanmış olan kötü ahlâkındandır. Bugün her ülke tarafından kullanılan “savaş stratejisi, savaş taktiği, savaş manevrası, savaş senaryosu” gibi sözcüklerle ifade edilen bütün savaş taktikleri, karşı tarafı aldatmaya, hedef saptırmaya yönelik birer hiledir, birer aldatmacadır, birer fiilî yalandır. Savaşta “arkadan vurmamak, mertçe savaşmak” gibi yaveler, sadece filimlerde yer bulan sözcüklerdir. “Aksine bu hile ile savaş kazanmaktır, insanlığa yakışmamaktadır, hatta bundan sonra hiçbir savaşan bu Müslümanlara inanmayacaktır da” yargısı gerçekten ilginçtir. “Savaş mertçe yapılır…” anlamına gelen bu hamasî söylemlerin savaş sözlüğünde asla yeri yoktur. Mesela, yemeği sağ elle yemek, dişleri temizlemek, ayakta yemek yememek gibi. Ancak sünnet kelimesini geniş anlamıyla aldığımız da Peygamberimiz (sav)’in yaptığı her şeyi içine alır. Bu durumda, Allah’ın istekleri ve yasakları da sünnetin içinde yer alır.
Bu sır iledir ki, muhteris, kıskanç insanlar, dünyaca varlıklı kişilerle uğraşırlar da, âlimlere, velilere, salihlere ilişmezler. Halbuki gerçek varlığa erenler bunlardır. İnsanlar arasındaki kavgalar, meslektaşlar arasındaki çekişmeler, genellikle hasedden kaynaklanır. Aslında hased, bir bakıma aşırı bencilliğin de bir sonucu olarak ‘Bende yok onda da olmasın’ düşüncesidir. Tarih boyunca (bir emir değil, adece bir tolerans olan) bu ruhsat maalesef, çok suistimale uğradı. Nebevî ruhsatın olması gereken çerçevenin dışına çıkıldı. Ruhsat çizgisi amacının dışında kullanıldı. Adeta, verilen ruhsattan beklenen yarar, bu suistimaller sonucunda zarar hanesine yazılmaya başladı. Bu sebeple, bu gün artık bu ruhsattan yararlanma işini askıya almakta fayda vardır.
- Müslümanlar kurdukları yeni devletlerle milletlerarası platforma çıktılar.
- Mesela, (Çağırankimseye lebbeyk demek küfürdür) deniyor.
- Şahitlik meselesinde hassas davranan İmam Ebu Yusuf, Hanefi mezhebinin kurucularından olmakla beraber, aynı zamanda Abbasi devrinde kadılık da yapmıştı.
Bununla birlikte Kur’an, insanlar tarafından algılanamayan şuurlu canlılara da “cin” adı altında atıflar yapmaktadır. Cin kelimesinin sözlük anlamı “örtmek, gizlemek”tir. Buna göre duyularla algılanamayan yaratılmış varlıkların hepsi cin diye anılır. Râgıb el-İsfahânî’nin kaydettiği üzere “ruhanîler” diye de bilinen bu grup saf iyileri teşkil eden melekler, bütünüyle kötü olan şeytanlar, iyi ve kötü zümreleri bulunan cinlerden oluşur (el-Müfredât, “cnn” md.). Kur’ân-ı Kerîm’in yetmiş ikinci sûresi “Cin” adını taşımakta, bundan başka yirmi üç âyette (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “cin” md.) ve çeşitli hadislerde (bk. Miftâḥu künûzi’s-sünne, “cin” md.) cinlerden söz edilmektedir. Konuyla ilgili âyet ve hadislerin muhtevası cinlerin insanlar gibi mükellef, fakat onlardan ayrı şuurlu bir canlı türü oluşturduğunu göstermektedir (DİA, VIII, 9). Monoteist dinlerde ilke olarak müminin Allah ile doğrudan münasebet kurması, dua, niyaz ve ibadetlerini O’na yöneltmesi, bağışlanmasını aracısız olarak O’ndan talep etmesi istenir. Duyular üstü yüce varlıkla ancak O’nu niteleyen kavramlar yoluyla ilişki kurulabilir. Kelâm literatüründe ilâhî isimler için daha çok sıfat terimi kullanılmıştır. Söz konusu kavramlar, İslâm’ın ulûhiyyet anlayışını eğitim öğretime elverişli bir şekilde anlatmak amacıyla Allah’ın zâtını tanıtan (zâtî) ve kâinatı yaratıp idare ettiğini ifade eden (fiilî) sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır. Duyular ötesi bir varlığın tanıtılması için tecrübe dünyasında kullanılan, benzeşmeyi ve mâna ortaklığını çağrıştıran kelimelere başvurmaktan başka bir imkân bulunmamaktadır.
İnsanlar arasında meydana gelen küskünlükler, bir münakaşada öfke ve kızgınlık sebebiyle sarfedilen sözlerden kaynaklanabileceği gibi, kimi zaman da bir başkası tarafından taşınan sözler sebebiyle meydana gelmektedir. Günümüzde mezhep, meşrep, siyasî ve ideolojik görüş farklılıklarının taassup ve fanatizm derecesine varmasından da fertler arasında ayrılıklar, dargınlıklar görülmektedir. Neticede aynı idealleri paylaşan ya da paylaşması gereken insanlar, acı tablolarla karşı karşıya kalmaktadırlar. İnsanlığın, geçmişte olduğu gibi çağımızda da huzur ve mutluluk için rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber (asm)’e kulak vermesi gerekmektedir. Sabır ruhun bir melekesidir, güzel bir huydur. Tahammülü zor ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak sabır ile olur. Bir hakkı müdafaa ve muhafaza etmek için gösterilen sebat, sabretmekle mümkündür. Müslim’in bir rivayetinde “Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı altıdır…” şeklinde gelmesi, rivayetler arasında bir çelişki ve aykırılık olmayıp, bu hakların beş veya altı ile sınırlı olmadığının delilidir. Çünkü bunlardan başka hak ve vazifelerle ilgili hadisler de vardır. Bu ikinci rivayetteki tek fark, “Nasihat isteyene nasihat etmek” vazifesidir.